24 Mayıs 2010 Pazartesi

TUZ VE KARABİBER

Galiba liseyi bitirdiğim yazdı bunu yazdığım. İlk denemelerimden. Yine de -bence- bugüne kadar yazdığım en güzel şeydir, en içten. Uzun zamandır bakmıyordum, eski belgelerim arasında çıktı karşıma, böyle bir şey paylaşmak istedim bu akşam...

Annem seslendi. “Hadi gel içeri.” Bitirince okuduğum öyküyü, gittim içeri. İçerisi mutfak. Bir masa. Aslan bacaklı, ahşap. Kim bilir kaç yıl öncesinden kalma. Bir başında annem. Ve diğer başında anneannem. Ortada bir tabak. İçinde patatesler. Kücük patatesler. Çok küçük patatesler. Patatescikler. Önümde benim de tabağım var. Benim de tabağımda patatescikler var.

Bir tuzluk var. Bir de karabiberlik. Biraz tuzdan döktüm tabağa. Biraz da karabiberden. İkisi yanyana. Tuz ve karabiber. Karışmamışlar birbirlerine. Onlara baktım. Beyaz bir peçete içinde önüme sunulan tuz ve karabiber geldi gözümün önüne. Onlar birbirlerine karışmışlardı.

Patatesciğe batırdım çatalı. Önce tuza batırdım. Sonra karabibere. Isırdım patatesciği. Yüzüm buruştu. Tadı limon gibiydi. Annem sordu. “Hiç böyle patates yedin mi?” Dedim ki“hayır.” Düşündüm de “Hiç böyle limon yemedim.”

Ama limon yedim. Tuza bandırıp. Aynı anda karbabibere de. Ben yedim. Sen yedin. O yedi. Onlar yediler. Biz yedik. Hepimiz limon yedik.

Şehir meydanına gelmiştim o gün. Yine gelmiştim. Her gün gelirdim. Seni görmüştüm. Yine. Ama bu sefer uzunca bir aradan sonra galiba. Demiştin “gidiyorum” Dedim “ha öyle mi? Nereye?” sesim kayıtsızdı. Her zaman öyleydi. Umursamaz. Cevap vermiştin. Dinlemedim. Önemli değildi. Gidiyordun. İçimde, kalbimde sanki, bir yer sızladı. Neden sızlamıştı? Anlamamıştım. Hala anlamadım.

O gün dolaştık. Sen. Ben. O. Onlar. Biz. Her zamanki gibi dolaştık. Arayış içinde dolaştık. Ne yapabilir, nereye gidebiliriz. Gittik bir yerlere, yaptık bir şeyler. Sonra limon aldık. Sen yoktun o sıra. Hatırlıyorum sonradan geldin. Haber yollamıştık sana. Tuz getirmeni söylemiştik. Ben karabiber de getirmeni söylemiştim. Getirmiştin. Beyaz bir peçete kağıdı içinde. İki tane peçete içinde değil. Tek peçete içinde. Onlar da karışmışlardı birbirine. Bıçak yoktu. Soyduk limonları. “zaten” dedin “bıçak değince, gider bütün vitamini.” Kabuklar masadaydı. Biz limon yedik. Yüzümüz buruştu. Ama yine de iştahla yedik.

Saate baktık. Hepimiz kalktık. Seninle vedalaştık. Herkes gitti. Yollarımız aynıymış. Biz beraber gittik. Yollar ayrılıyordu. Vedalaştık. Sarıldım. Kuşkulu sarıldım. Çekingen sarıldım. Acaba sarılmasa mıydım? Sadece yanaktan öpüp geçse miydim? Sarıldın. Kuşkulu sarıldın. Çekingen sarıldın. Acaba sarılmasa mıydın? sadece yanaktan öpüp geçse miydin?

Sarıldık. Kuşkulu. Çekingen. Acabalı. Sarıldım. Sarıldın. Sarıldık. Aramızda bir görünmez duvar. Onu aşmaya çalışarak sarıldık. Aşamadık. Ve gittin.

Bu gün patatescikleri tuza ve karabibere banarken aklıma düştün. Tuz ve karabiber karışmamışlardı birbirlerine.

22 Mayıs 2010 Cumartesi

RESİTAL

Müzik kesildi, tüm davetliler sustu, kral konuştu:
"Bayanlar baylar, bu küçük hanımın adı Alice. Mor bir tavşana flüt çalarken keşfedildi. Notalardan haberdar bile değil. Buna rağmen çalarken mest ediyor. Onu yetiştirip krallığımıza layık hale getireceğiz. Kendisi şimdi size bir resital sunacak."
Alice titrek sesiyle:
"Ben sadece tavşanıma çalmak istiyorum." diyebildi.
Salonda tebessümler, bastırılan kahkahalar, çarpık sırıtışlar...
Çekinmemesini buyurdu kral hazretleri.
"Çekinmiyorum." dedi.
"Öyleyse emrediyorum, çal."

Kusmaya başlayınca Alice, küstah olduğunu öğrendi. Salondaki yüzlerce buruşmuş yüz de cabası.

18 Mayıs 2010 Salı

İYİ HAL

Rüştünü bile ispatlamadan annesini parçalayan gence hâkim sordu:
"Pişman mısın?"
Ceza hafifletici sebepti. "Pişmanım" dedi.
"Öldürdük karıyı, ona buna karışıyor, kısıtlıyor diye; şimdi hapse girdik. Yağmurdan kaçarken dolu hesabı" demedi.
Çünkü kimse neden pişman olduğunu sormadı.

13 Mayıs 2010 Perşembe

KİBİR

Arka koltuğa geçti. Hayret ki bu gece yalnızdı.
"Ölmek istemiyorum!"
Şoförü dikiz aynasından yüzüne, bir dizi incinin çevrelediği boynuna, dekoltesine baktı. Öldüresiye güzeldi.
"Ama öleceksin."
Cevap olarak kin dolu bir bakış aldı.
"Lanet olsun, söylemene gerek yok, biliyorum ama tanrı bana kıyak geçmeli."
Şoför ani bir hareketle sola kırdı direksiyonu.
İzleyen günlerde, merak uyandıran bir kaza haberi dillere dolandı.

5 Mayıs 2010 Çarşamba

TERAPİ

Tüketici bir işgününü bitirip herkese açık kapıyı aralayınca ağır tütsü kokusu burnuna geldi. Vişne çürüğü Hint elbisesi giymiş bir kadın onu karşıladı, minderlere buyur etti. Kuş tüyü yastık tonlaması, ağır konuşmasıyla maddi kaygılardan uzaklaşıp huzura eriş hikayesini anlattı.
Bir seansın ücretini söyleyerek bitirdi konuşmasını. Gittiği uzaklardan dönmek için silkelenen adam, bu kadından öğrenecekleri uğruna maaşının zaruri ihtiyaçlarından tüm arta kalana denk gelen bu parayı vermeye ise çoktan razı olmuştu.