Oturmak sizi yürümekten çok yoruyorsa ve arkanızdan su dökmeyen dostlarınız varsa ne mutlu.
Ve kovalar boşaltıyorsa sevenleriniz, korkunç bir yalnızlık bu.
Hele bir de pranga bağlıyorsa iyiliğinizi isteyenler... Cesetleştiğinizi fark edecekler mi?
2 Temmuz 2010 Cuma
22 Haziran 2010 Salı
İLİŞKİ
-Sevgilimsin, dedi.
-Hırsınım, dedim.
-Fethetmek istediğim kalesin.
-Gücünü göstereceğin bir tehlikeyim.
-Oldum olası var savaş.
-Öldük öleli esiriz cennet simülasyonlarına, ve hissetmiyor musun kör edici alevleri? Kül ediyorlar bizi her kılıç darbemizde.
-Hırsınım, dedim.
-Fethetmek istediğim kalesin.
-Gücünü göstereceğin bir tehlikeyim.
-Oldum olası var savaş.
-Öldük öleli esiriz cennet simülasyonlarına, ve hissetmiyor musun kör edici alevleri? Kül ediyorlar bizi her kılıç darbemizde.
19 Haziran 2010 Cumartesi
KELEBEK
Ruhuna Fatiha okudu ve odasına gömdü kendini. Kurtları kabule hazırdı, buyur etti. Üşüştüler ziyafete.
Az daha kalmıştı ki beyninden, bir kelebek düştü önüne. Can çekişti ve teslim oldu eceline. Dedesi geldi aklına. Koşuşturan torununa kelebekleri yakalamaya değil izlemeye çalışmasını tembihleyen adam. Gülümsedi.
Kurtlar sofrayı bırakıp köşelerine çekildiler. O, elinde kelebek cesedi, mezarın kapısını araladı.
Az daha kalmıştı ki beyninden, bir kelebek düştü önüne. Can çekişti ve teslim oldu eceline. Dedesi geldi aklına. Koşuşturan torununa kelebekleri yakalamaya değil izlemeye çalışmasını tembihleyen adam. Gülümsedi.
Kurtlar sofrayı bırakıp köşelerine çekildiler. O, elinde kelebek cesedi, mezarın kapısını araladı.
7 Haziran 2010 Pazartesi
YAZI TURA 2
“Hadi” dedim, “bir daha”
Bir of çekti ve epeydir kemirmediği için düzelmeye başlamış elleriyle bir madeni para çıkardı, sehpaya koydu.
“Görüyorsun ya” dedi “Yazı”
Bir of çekti ve epeydir kemirmediği için düzelmeye başlamış elleriyle bir madeni para çıkardı, sehpaya koydu.
“Görüyorsun ya” dedi “Yazı”
2 Haziran 2010 Çarşamba
NORM
Bir bahar günü, köyü kış boyu beklenen çiçek kokuları sarmadı. Kanın kokusu daha ağır basıyordu. O mayıs cıvıldaşmayan ahaliden, yerde sere serpe yatan çoğunluğun soluğu; kalanının sesi çıkmıyordu.
Harabeler arasından iniltileri geldi, sevişen bir çiftin. Ezkaza bombalardan sıyrılan bu çift linç edilmekten kurtulamadı.
Harabeler arasından iniltileri geldi, sevişen bir çiftin. Ezkaza bombalardan sıyrılan bu çift linç edilmekten kurtulamadı.
24 Mayıs 2010 Pazartesi
TUZ VE KARABİBER
Galiba liseyi bitirdiğim yazdı bunu yazdığım. İlk denemelerimden. Yine de -bence- bugüne kadar yazdığım en güzel şeydir, en içten. Uzun zamandır bakmıyordum, eski belgelerim arasında çıktı karşıma, böyle bir şey paylaşmak istedim bu akşam...
Annem seslendi. “Hadi gel içeri.” Bitirince okuduğum öyküyü, gittim içeri. İçerisi mutfak. Bir masa. Aslan bacaklı, ahşap. Kim bilir kaç yıl öncesinden kalma. Bir başında annem. Ve diğer başında anneannem. Ortada bir tabak. İçinde patatesler. Kücük patatesler. Çok küçük patatesler. Patatescikler. Önümde benim de tabağım var. Benim de tabağımda patatescikler var.
Bir tuzluk var. Bir de karabiberlik. Biraz tuzdan döktüm tabağa. Biraz da karabiberden. İkisi yanyana. Tuz ve karabiber. Karışmamışlar birbirlerine. Onlara baktım. Beyaz bir peçete içinde önüme sunulan tuz ve karabiber geldi gözümün önüne. Onlar birbirlerine karışmışlardı.
Patatesciğe batırdım çatalı. Önce tuza batırdım. Sonra karabibere. Isırdım patatesciği. Yüzüm buruştu. Tadı limon gibiydi. Annem sordu. “Hiç böyle patates yedin mi?” Dedim ki“hayır.” Düşündüm de “Hiç böyle limon yemedim.”
Ama limon yedim. Tuza bandırıp. Aynı anda karbabibere de. Ben yedim. Sen yedin. O yedi. Onlar yediler. Biz yedik. Hepimiz limon yedik.
Şehir meydanına gelmiştim o gün. Yine gelmiştim. Her gün gelirdim. Seni görmüştüm. Yine. Ama bu sefer uzunca bir aradan sonra galiba. Demiştin “gidiyorum” Dedim “ha öyle mi? Nereye?” sesim kayıtsızdı. Her zaman öyleydi. Umursamaz. Cevap vermiştin. Dinlemedim. Önemli değildi. Gidiyordun. İçimde, kalbimde sanki, bir yer sızladı. Neden sızlamıştı? Anlamamıştım. Hala anlamadım.
O gün dolaştık. Sen. Ben. O. Onlar. Biz. Her zamanki gibi dolaştık. Arayış içinde dolaştık. Ne yapabilir, nereye gidebiliriz. Gittik bir yerlere, yaptık bir şeyler. Sonra limon aldık. Sen yoktun o sıra. Hatırlıyorum sonradan geldin. Haber yollamıştık sana. Tuz getirmeni söylemiştik. Ben karabiber de getirmeni söylemiştim. Getirmiştin. Beyaz bir peçete kağıdı içinde. İki tane peçete içinde değil. Tek peçete içinde. Onlar da karışmışlardı birbirine. Bıçak yoktu. Soyduk limonları. “zaten” dedin “bıçak değince, gider bütün vitamini.” Kabuklar masadaydı. Biz limon yedik. Yüzümüz buruştu. Ama yine de iştahla yedik.
Saate baktık. Hepimiz kalktık. Seninle vedalaştık. Herkes gitti. Yollarımız aynıymış. Biz beraber gittik. Yollar ayrılıyordu. Vedalaştık. Sarıldım. Kuşkulu sarıldım. Çekingen sarıldım. Acaba sarılmasa mıydım? Sadece yanaktan öpüp geçse miydim? Sarıldın. Kuşkulu sarıldın. Çekingen sarıldın. Acaba sarılmasa mıydın? sadece yanaktan öpüp geçse miydin?
Sarıldık. Kuşkulu. Çekingen. Acabalı. Sarıldım. Sarıldın. Sarıldık. Aramızda bir görünmez duvar. Onu aşmaya çalışarak sarıldık. Aşamadık. Ve gittin.
Bu gün patatescikleri tuza ve karabibere banarken aklıma düştün. Tuz ve karabiber karışmamışlardı birbirlerine.
Annem seslendi. “Hadi gel içeri.” Bitirince okuduğum öyküyü, gittim içeri. İçerisi mutfak. Bir masa. Aslan bacaklı, ahşap. Kim bilir kaç yıl öncesinden kalma. Bir başında annem. Ve diğer başında anneannem. Ortada bir tabak. İçinde patatesler. Kücük patatesler. Çok küçük patatesler. Patatescikler. Önümde benim de tabağım var. Benim de tabağımda patatescikler var.
Bir tuzluk var. Bir de karabiberlik. Biraz tuzdan döktüm tabağa. Biraz da karabiberden. İkisi yanyana. Tuz ve karabiber. Karışmamışlar birbirlerine. Onlara baktım. Beyaz bir peçete içinde önüme sunulan tuz ve karabiber geldi gözümün önüne. Onlar birbirlerine karışmışlardı.
Patatesciğe batırdım çatalı. Önce tuza batırdım. Sonra karabibere. Isırdım patatesciği. Yüzüm buruştu. Tadı limon gibiydi. Annem sordu. “Hiç böyle patates yedin mi?” Dedim ki“hayır.” Düşündüm de “Hiç böyle limon yemedim.”
Ama limon yedim. Tuza bandırıp. Aynı anda karbabibere de. Ben yedim. Sen yedin. O yedi. Onlar yediler. Biz yedik. Hepimiz limon yedik.
Şehir meydanına gelmiştim o gün. Yine gelmiştim. Her gün gelirdim. Seni görmüştüm. Yine. Ama bu sefer uzunca bir aradan sonra galiba. Demiştin “gidiyorum” Dedim “ha öyle mi? Nereye?” sesim kayıtsızdı. Her zaman öyleydi. Umursamaz. Cevap vermiştin. Dinlemedim. Önemli değildi. Gidiyordun. İçimde, kalbimde sanki, bir yer sızladı. Neden sızlamıştı? Anlamamıştım. Hala anlamadım.
O gün dolaştık. Sen. Ben. O. Onlar. Biz. Her zamanki gibi dolaştık. Arayış içinde dolaştık. Ne yapabilir, nereye gidebiliriz. Gittik bir yerlere, yaptık bir şeyler. Sonra limon aldık. Sen yoktun o sıra. Hatırlıyorum sonradan geldin. Haber yollamıştık sana. Tuz getirmeni söylemiştik. Ben karabiber de getirmeni söylemiştim. Getirmiştin. Beyaz bir peçete kağıdı içinde. İki tane peçete içinde değil. Tek peçete içinde. Onlar da karışmışlardı birbirine. Bıçak yoktu. Soyduk limonları. “zaten” dedin “bıçak değince, gider bütün vitamini.” Kabuklar masadaydı. Biz limon yedik. Yüzümüz buruştu. Ama yine de iştahla yedik.
Saate baktık. Hepimiz kalktık. Seninle vedalaştık. Herkes gitti. Yollarımız aynıymış. Biz beraber gittik. Yollar ayrılıyordu. Vedalaştık. Sarıldım. Kuşkulu sarıldım. Çekingen sarıldım. Acaba sarılmasa mıydım? Sadece yanaktan öpüp geçse miydim? Sarıldın. Kuşkulu sarıldın. Çekingen sarıldın. Acaba sarılmasa mıydın? sadece yanaktan öpüp geçse miydin?
Sarıldık. Kuşkulu. Çekingen. Acabalı. Sarıldım. Sarıldın. Sarıldık. Aramızda bir görünmez duvar. Onu aşmaya çalışarak sarıldık. Aşamadık. Ve gittin.
Bu gün patatescikleri tuza ve karabibere banarken aklıma düştün. Tuz ve karabiber karışmamışlardı birbirlerine.
22 Mayıs 2010 Cumartesi
RESİTAL
Müzik kesildi, tüm davetliler sustu, kral konuştu:
"Bayanlar baylar, bu küçük hanımın adı Alice. Mor bir tavşana flüt çalarken keşfedildi. Notalardan haberdar bile değil. Buna rağmen çalarken mest ediyor. Onu yetiştirip krallığımıza layık hale getireceğiz. Kendisi şimdi size bir resital sunacak."
Alice titrek sesiyle:
"Ben sadece tavşanıma çalmak istiyorum." diyebildi.
Salonda tebessümler, bastırılan kahkahalar, çarpık sırıtışlar...
Çekinmemesini buyurdu kral hazretleri.
"Çekinmiyorum." dedi.
"Öyleyse emrediyorum, çal."
Kusmaya başlayınca Alice, küstah olduğunu öğrendi. Salondaki yüzlerce buruşmuş yüz de cabası.
"Bayanlar baylar, bu küçük hanımın adı Alice. Mor bir tavşana flüt çalarken keşfedildi. Notalardan haberdar bile değil. Buna rağmen çalarken mest ediyor. Onu yetiştirip krallığımıza layık hale getireceğiz. Kendisi şimdi size bir resital sunacak."
Alice titrek sesiyle:
"Ben sadece tavşanıma çalmak istiyorum." diyebildi.
Salonda tebessümler, bastırılan kahkahalar, çarpık sırıtışlar...
Çekinmemesini buyurdu kral hazretleri.
"Çekinmiyorum." dedi.
"Öyleyse emrediyorum, çal."
Kusmaya başlayınca Alice, küstah olduğunu öğrendi. Salondaki yüzlerce buruşmuş yüz de cabası.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)