10 Ekim 2010 Pazar

OYUN

Sadece bir bira içip azıcık laflayacaktım. Kapıyı açtığımda leş kokusu burnumu kırdı. Kıvranan cesetlerden geliyordu. Gözüm skor tabelasına takıldı. Beni de oyuna davet ettiler, hayır diyemedim.
Bugün bir bebek doğurdum. Göğsümden süt değil, irin aktı.

14 Eylül 2010 Salı

?

Nefes nefese koşuyordu, o meydan senin bu meydan benim. Gülüyor, konuşuyor, sarılıyor, coşuyordu. Hayır! Aslında yalvarıyordu "Beni görün, bakın bana, yaratın hatta!"
Gelince tüm meydanların boşaldığı gün, sandı ki o da yok artık.
Ve hâlâ aynaya bakıp inatla soruyor: "Ey yüzünü asla benden yana çevirmeyen, sen de kimsin? N'olursun, bir göz ucuyla bari, bak bana!"

5 Temmuz 2010 Pazartesi

MÜKEMMEL

Afrodit'ti, Kleopatra veya Monroe... Hatırlamıyor kaç asırdır şiirler düzüldüğünü kendisine. Ve tahtında suskun ne zamandır. Ha sinek vızıltısı, yemek uğultusu; ha şanı yanında sönük tüm o dizeler.
"O güzelliğiniz yok mu" diyorlar binbir şekilde "ve de asilliğiniz. Erdemlerinize de diyecek yok doğrusu."
"Nasılsınız?" diye sormaya ne hacet! Yaslı günlerinden, kanlı düşlerinden bi-haber; o kadar eminler iyiliğinden.

2 Temmuz 2010 Cuma

ANLAYIŞ

Oturmak sizi yürümekten çok yoruyorsa ve arkanızdan su dökmeyen dostlarınız varsa ne mutlu.
Ve kovalar boşaltıyorsa sevenleriniz, korkunç bir yalnızlık bu.
Hele bir de pranga bağlıyorsa iyiliğinizi isteyenler... Cesetleştiğinizi fark edecekler mi?

22 Haziran 2010 Salı

İLİŞKİ

-Sevgilimsin, dedi.
-Hırsınım, dedim.
-Fethetmek istediğim kalesin.
-Gücünü göstereceğin bir tehlikeyim.
-Oldum olası var savaş.
-Öldük öleli esiriz cennet simülasyonlarına, ve hissetmiyor musun kör edici alevleri? Kül ediyorlar bizi her kılıç darbemizde.

19 Haziran 2010 Cumartesi

KELEBEK

Ruhuna Fatiha okudu ve odasına gömdü kendini. Kurtları kabule hazırdı, buyur etti. Üşüştüler ziyafete.
Az daha kalmıştı ki beyninden, bir kelebek düştü önüne. Can çekişti ve teslim oldu eceline. Dedesi geldi aklına. Koşuşturan torununa kelebekleri yakalamaya değil izlemeye çalışmasını tembihleyen adam. Gülümsedi.
Kurtlar sofrayı bırakıp köşelerine çekildiler. O, elinde kelebek cesedi, mezarın kapısını araladı.

7 Haziran 2010 Pazartesi

YAZI TURA 2

“Hadi” dedim, “bir daha”
Bir of çekti ve epeydir kemirmediği için düzelmeye başlamış elleriyle bir madeni para çıkardı, sehpaya koydu.
“Görüyorsun ya” dedi “Yazı”

2 Haziran 2010 Çarşamba

NORM

Bir bahar günü, köyü kış boyu beklenen çiçek kokuları sarmadı. Kanın kokusu daha ağır basıyordu. O mayıs cıvıldaşmayan ahaliden, yerde sere serpe yatan çoğunluğun soluğu; kalanının sesi çıkmıyordu.
Harabeler arasından iniltileri geldi, sevişen bir çiftin. Ezkaza bombalardan sıyrılan bu çift linç edilmekten kurtulamadı.

24 Mayıs 2010 Pazartesi

TUZ VE KARABİBER

Galiba liseyi bitirdiğim yazdı bunu yazdığım. İlk denemelerimden. Yine de -bence- bugüne kadar yazdığım en güzel şeydir, en içten. Uzun zamandır bakmıyordum, eski belgelerim arasında çıktı karşıma, böyle bir şey paylaşmak istedim bu akşam...

Annem seslendi. “Hadi gel içeri.” Bitirince okuduğum öyküyü, gittim içeri. İçerisi mutfak. Bir masa. Aslan bacaklı, ahşap. Kim bilir kaç yıl öncesinden kalma. Bir başında annem. Ve diğer başında anneannem. Ortada bir tabak. İçinde patatesler. Kücük patatesler. Çok küçük patatesler. Patatescikler. Önümde benim de tabağım var. Benim de tabağımda patatescikler var.

Bir tuzluk var. Bir de karabiberlik. Biraz tuzdan döktüm tabağa. Biraz da karabiberden. İkisi yanyana. Tuz ve karabiber. Karışmamışlar birbirlerine. Onlara baktım. Beyaz bir peçete içinde önüme sunulan tuz ve karabiber geldi gözümün önüne. Onlar birbirlerine karışmışlardı.

Patatesciğe batırdım çatalı. Önce tuza batırdım. Sonra karabibere. Isırdım patatesciği. Yüzüm buruştu. Tadı limon gibiydi. Annem sordu. “Hiç böyle patates yedin mi?” Dedim ki“hayır.” Düşündüm de “Hiç böyle limon yemedim.”

Ama limon yedim. Tuza bandırıp. Aynı anda karbabibere de. Ben yedim. Sen yedin. O yedi. Onlar yediler. Biz yedik. Hepimiz limon yedik.

Şehir meydanına gelmiştim o gün. Yine gelmiştim. Her gün gelirdim. Seni görmüştüm. Yine. Ama bu sefer uzunca bir aradan sonra galiba. Demiştin “gidiyorum” Dedim “ha öyle mi? Nereye?” sesim kayıtsızdı. Her zaman öyleydi. Umursamaz. Cevap vermiştin. Dinlemedim. Önemli değildi. Gidiyordun. İçimde, kalbimde sanki, bir yer sızladı. Neden sızlamıştı? Anlamamıştım. Hala anlamadım.

O gün dolaştık. Sen. Ben. O. Onlar. Biz. Her zamanki gibi dolaştık. Arayış içinde dolaştık. Ne yapabilir, nereye gidebiliriz. Gittik bir yerlere, yaptık bir şeyler. Sonra limon aldık. Sen yoktun o sıra. Hatırlıyorum sonradan geldin. Haber yollamıştık sana. Tuz getirmeni söylemiştik. Ben karabiber de getirmeni söylemiştim. Getirmiştin. Beyaz bir peçete kağıdı içinde. İki tane peçete içinde değil. Tek peçete içinde. Onlar da karışmışlardı birbirine. Bıçak yoktu. Soyduk limonları. “zaten” dedin “bıçak değince, gider bütün vitamini.” Kabuklar masadaydı. Biz limon yedik. Yüzümüz buruştu. Ama yine de iştahla yedik.

Saate baktık. Hepimiz kalktık. Seninle vedalaştık. Herkes gitti. Yollarımız aynıymış. Biz beraber gittik. Yollar ayrılıyordu. Vedalaştık. Sarıldım. Kuşkulu sarıldım. Çekingen sarıldım. Acaba sarılmasa mıydım? Sadece yanaktan öpüp geçse miydim? Sarıldın. Kuşkulu sarıldın. Çekingen sarıldın. Acaba sarılmasa mıydın? sadece yanaktan öpüp geçse miydin?

Sarıldık. Kuşkulu. Çekingen. Acabalı. Sarıldım. Sarıldın. Sarıldık. Aramızda bir görünmez duvar. Onu aşmaya çalışarak sarıldık. Aşamadık. Ve gittin.

Bu gün patatescikleri tuza ve karabibere banarken aklıma düştün. Tuz ve karabiber karışmamışlardı birbirlerine.

22 Mayıs 2010 Cumartesi

RESİTAL

Müzik kesildi, tüm davetliler sustu, kral konuştu:
"Bayanlar baylar, bu küçük hanımın adı Alice. Mor bir tavşana flüt çalarken keşfedildi. Notalardan haberdar bile değil. Buna rağmen çalarken mest ediyor. Onu yetiştirip krallığımıza layık hale getireceğiz. Kendisi şimdi size bir resital sunacak."
Alice titrek sesiyle:
"Ben sadece tavşanıma çalmak istiyorum." diyebildi.
Salonda tebessümler, bastırılan kahkahalar, çarpık sırıtışlar...
Çekinmemesini buyurdu kral hazretleri.
"Çekinmiyorum." dedi.
"Öyleyse emrediyorum, çal."

Kusmaya başlayınca Alice, küstah olduğunu öğrendi. Salondaki yüzlerce buruşmuş yüz de cabası.

18 Mayıs 2010 Salı

İYİ HAL

Rüştünü bile ispatlamadan annesini parçalayan gence hâkim sordu:
"Pişman mısın?"
Ceza hafifletici sebepti. "Pişmanım" dedi.
"Öldürdük karıyı, ona buna karışıyor, kısıtlıyor diye; şimdi hapse girdik. Yağmurdan kaçarken dolu hesabı" demedi.
Çünkü kimse neden pişman olduğunu sormadı.

13 Mayıs 2010 Perşembe

KİBİR

Arka koltuğa geçti. Hayret ki bu gece yalnızdı.
"Ölmek istemiyorum!"
Şoförü dikiz aynasından yüzüne, bir dizi incinin çevrelediği boynuna, dekoltesine baktı. Öldüresiye güzeldi.
"Ama öleceksin."
Cevap olarak kin dolu bir bakış aldı.
"Lanet olsun, söylemene gerek yok, biliyorum ama tanrı bana kıyak geçmeli."
Şoför ani bir hareketle sola kırdı direksiyonu.
İzleyen günlerde, merak uyandıran bir kaza haberi dillere dolandı.

5 Mayıs 2010 Çarşamba

TERAPİ

Tüketici bir işgününü bitirip herkese açık kapıyı aralayınca ağır tütsü kokusu burnuna geldi. Vişne çürüğü Hint elbisesi giymiş bir kadın onu karşıladı, minderlere buyur etti. Kuş tüyü yastık tonlaması, ağır konuşmasıyla maddi kaygılardan uzaklaşıp huzura eriş hikayesini anlattı.
Bir seansın ücretini söyleyerek bitirdi konuşmasını. Gittiği uzaklardan dönmek için silkelenen adam, bu kadından öğrenecekleri uğruna maaşının zaruri ihtiyaçlarından tüm arta kalana denk gelen bu parayı vermeye ise çoktan razı olmuştu.

29 Nisan 2010 Perşembe

YABANCI

Günlerdir sığındığım bu derme çatma kulübenin tüm sakinleri ve diğerleri, saatlerdir tek kelimesini anlamadığım dillerinde hararetli hararetli tartışıyorlar. Ben el kol hareketleriyle bir şey anlatmaya çalıştığımdaysa dikkat kesiliyorlar.
Kulübedeki tek adam önce karısını, sonra kızını, dün gece de kendini sundu yatağıma. Galiba hepsini geri çevirmem kafalarını karıştırdı, ne istiyor olabileceğimi tartışıyorlar.
Daha az sığ gelmeye başladı bu insanlar. Dillerini öğrenmeye çalışacağım.
Belki de dönüş çarelerimi düşünmem gereksizdir.

23 Nisan 2010 Cuma

UMUT

Her akşam kapı çalacak ve şeref konuğu gelecek diye çayı iki kişilik demliyor, makyajını çıkarıp geceliğini giydikten sonra yarısını döküyordu.

20 Nisan 2010 Salı

GÖÇEBE

Sirkin içine doğmuştu. Göçerken ışıkları yanan evleri gözlerdi.
Mola verdikleri ücra bir kasabada yine bir evin içini incelerken bir kızla göz göze geldi. Yanakları kızardı. Kız gülümsedi, nereden geldiğini sordu. Cevap vermek için ağzını açtığında adının ünlendiğini duydu. Hareketlenmekte olan karavanlara yetişmesi gerekiyordu. Sadece el sallayabildi.
Hiç evi , eşi ve anlatılacak aşk hikayesi olmadı. Sadece arada bir hatırladığı o kız.

14 Nisan 2010 Çarşamba

EFENDİ

Kravatını çıkardı, fahişeyi kırbaçlamaya başladı. İşi bittiğinde kanlar içindeki vücuda teşekkür ederek anlaştıkları paradan fazlasını bıraktı.
Arabaya bindiği gibi kravatını bağlayıp emniyet kemerini taktı. Evlendirileceği kızın ailesiyle tanışmaya gitti. Anne babanın beğenileri gözlerinden okunuyordu. Kızları sonunda çapulcu takımından kurtulup şöyle efendi birini bulmuştu.

11 Nisan 2010 Pazar

HANSEL

Aniden güçlenen, büyüyen elleriyle koca burunlu pörsük karıyı boğup yere seriyor. Anahtarı var, kilidi yok. Dev bir pasta olan bu evden bir miktar yiyerek kurtulabileceğini sanıyor. Oysa büyü gereği hepsini yemesi gerek. Deniyor ama patlayacak gibi oluyor.

Hücresinin demir parmaklıklı ufak penceresinden yüzüne vuran kavurucu güneş, onu kan ter içinde uyandırıyor.

9 Nisan 2010 Cuma

ÇIPLAKLIK

Müdavimle dolu, kalburüstü bir barda viskisini bitirip bluzünü çıkarınca konuşmalar yavaş yavaş yerini mırıldanmalara bıraktı. Sütyenini de çıkarınca ölüm sessizliği kapladı etrafı. Personel, korsesini çıkarmasına engel olmaya çalıştıysa da beceremedi. Çıkmak isteyen müşteriler kapıda birikmişti zaten.
Eteğini de çıkarttıktan sonra elini kiloduna götürdüğünü gören personel de sigara içmeye çıktı.
Yine kimse onu çırılçıplak görmemişti.

6 Nisan 2010 Salı

HİKAYECİ

Kendisini büyüten ninesi de öldüğünden beri türünün son örneği bir hikaye anlatıcısıydı. Eski karavanıyla dolanır durur; para karşılığı insanların hayatlarına dair anlattıklarını hikayeleştirir, sonra başkalarına anlatırdı.
Kocamışlığına rağmen hâlâ nişanlısı olduğuna inandığı delikanlıyla karşılaşana dek kendi hikayesi olmadığını fark etmemişti.
Uzun zamandır hikaye anlatmıyor ama onun hikayesi dilden dile dolaşıyor.

5 Nisan 2010 Pazartesi

KİRAZ MEVSİMİ

Kiraz ağaçlarının meyve verdiğini herkesin fark ettiğini sanarak dışarı attı kendini. Gün boyunca kime "Hadi sevişelim" dediyse, "Hadi savaşalım" demişçesine baktı yüzüne.
Eve döndüğünde parmaklarını kilodunun içine götürdü. Kendini bile sevemeyecek kadar yorgundu. Vazgeçti.

2 Nisan 2010 Cuma

YORUM

İki buçuk gündür odasında ağlıyordu. Ziyaretine gelenler sebebini konuşmaya başladı. Tartıştıkça gruplara ayrıldılar. İnsanlığı suçlayanlar; ezikliği, hayalperestliği, çocukluğu, zamanında ettiği bencillikleri için onu suçlayanlar ve daha birçoğu...
Odasından çıktı. Sesini duyurmak için "Sadece gözyaşlarımın sürekli akmasına neden olan bir hastalığa yakalandım" diye bağırdı. Kısa bir sessizlikten sonra herkes mücadelesine devam etti.
Kimse kapıyı çekip çıktığını fark etmedi.

1 Nisan 2010 Perşembe

SİTRİPTİZ

Tek başına gitmişti lunaparka. Güldüren aynalar odasında da ondan başka kimse yoktu. Bunu fırsat bilerek sitriptiz yapmaya başladı.
Çıktığında ellerinde kameralarıyla herkes onu alkışlıyor, kimileri ıslık öttürüyordu.

27 Mart 2010 Cumartesi

NAM

Adı Salvador değildi, "bizim bakkalın çırağı"ydı olsa olsa. Büyüyünce de "sanat galerisindeki güvenlik görevlisi"
Bir sergi açılışında canının yıllar süren sıkıntısına dayanamaz hale geldi ve konuşmaya başladı. Elleri kadehli insan kümecikleri bakışlarını, birbirlerinden ayırarak , akıllarının hayallerinin almadığı şeyler söyleyen adamcağızın patlattığı gözlerine yönelttiler.
Ertesi gün "psikiyatri bölümüne gelen yeni hasta" diye anılmaya başlandı.
Bir sonraki sergi açılışında gözler onu aradı, "Deliymiş" diye fısıldaşıldı. "Canım, Dali olacak değil ya" dedi Bay Kıdemli.
Kahkahacıklar koptu.

25 Mart 2010 Perşembe

ALDATMAK

"Evet, artık resmen boşanmış bir adamım" dedi. Metresi o gün için sakladığı şampanyaya yöneldi.
"Artık seninle olmanın da bir anlamı kalmadı" deyince adam, elinde şişeyle öylece kalakaldı kadın. Kapıyı çekip giden sevgilisine tek kelime söyleyemedi.
Şampanya patlamadı, şişesi kırıldı.

23 Mart 2010 Salı

YAKIŞIK

O gün işe kravatını takmadan gitti. Ertesi gün gömleğini giymedi. Müdür ve iş arkadaşları kumaş pantolonun üstüne tişört giymeyi ona hiç yakıştıramadıklarını söylediler. Aynada bir baktı da kendine, haklıydılar. Bu yüzden sonraki gün kot pantolonla gitti işe.
Bir daha da hiç gitmedi.

20 Mart 2010 Cumartesi

KUMAR

Rakibesinin elmas küpelerine karşılık üstündeki tüm mücevherleri koydu ortaya. Ortamın ışıltısını sönük bırakıyorlar, masayı çevreleyenlerin gözlerini parlatıyorlardı.
İlk elde küpeler kendi tarafına geçmişti. Ardından rakibesinden altın bilekliğini aldı. Yeni bir kolyeyle oynuyordu parmakları bir el sonrasında.
Sadece alyansı kalmıştı elleri titreyen kadının. Bir ona baktı, bir ortadakilere. Ya hepsi ya hiçbiri. Parmağından çıkardı, masaya koydu.
Kartlar dağıtıldı, açıldı. Önünde ne var ne yok hepsini karşıya itti. Rakibesinin ilk kez mucize görüyormuşçasına şaşkın yüzüne baktı. "Sonunda" dedi "artık gidebilirim."
Çıkmasıyla sessizleşen salonda rakibesi bile bir süre gülemedi.

19 Mart 2010 Cuma

KİLİT

Kedisi epeydir ortalıkta gözükmüyordu. Balkonunda duran güvercinler allem edip kallem edip kafeslerinden çıkmayı başarmışlar, misafir çocuklarını oyalamak için bulundurulan demode oyuncakların yeri unutulmuştu.
O ise sadece, bakkalın çırağı siparişlerini getirdiğinde veya apartman görevlisi zili çaldığında kapıdaki kilitleri açmanın uzun sürmesinden yakınıyordu.

17 Mart 2010 Çarşamba

KORKU

Bir yandan gözyaşlarını siliyor; öte yandan titreyen elleriyle, hayatını idame ettirmesini sağlayacak eşyalarını ufak bavuluna yerleştirmeye çalışıyordu. Çektiği bu azaba rağmen neden inatla gitmek istediğini sordum. Soruma şaşırırcasına yüzüme baktı.
"Hala anlamadın mı, gitmeliyim çünkü buradan ayrılmaktan çok korkuyorum."

11 Mart 2010 Perşembe

UÇURUM

Uçurumun kenarında durduğunuzda büyük ihtimalle rüzgar esiyor olacaktır. Saçlarınız uzunsa ve rüzgar arkanızdan esiyorsa birbirine karışan, yüzünüzü kamçılayan saçlarınız sizi atlamaya teşvik edecektir. Önünüzden esiyorsa ve saçlarınızı arkaya savuruyorsa beraberinde bir özgürlük hissi, yaşama sevinci getirecek; kim bilir sizi nerelere koşturacaktır.
Ta ki bir şeye çarpana kadar!

10 Mart 2010 Çarşamba

SADDAM

Yakan top desek
Çocuklar sorunca bombaları
Güler mi cesetlerinin dudakları?

7 Mart 2010 Pazar

DİLEKÇE

Huzurevi Müdürlüğü'ne
Kafamın içinde iki huysuz ihtiyar yaşıyor. Ne zaman oraya yerleştiklerini bilmiyorum ama ben kendimi bildim bileli oradalar. Havaların ısınması, güneşin yüzünü göstermesiyle beraber uykuya dalıyorlar da kafamı dinliyorum. Kış geldiğinde uyanıyorlar ve sonu gelmeyen kısır didişmelerine kaldıkları yerden devam ediyorlar.
Ben de biraz gözlerini korkutup susturmak için; biraz da belki onları bünyenize kabul eder, beni bu yükten kurtarırsınız umuduyla dilekçeler yazıp duruyorum. Ama sanıyorum ki ya anlattıklarımı ciddiye almıyorsunuz ya da okumaya bile tenezzül etmiyorsunuz. Benim de gücüm tükeniyor. Lütfen alın şunları başımdan. Dilekçelerim sonuçsuz kalmaya devam ederse daha üst yetkililere başvurmak zorunda kalacağım.
Saygılarımla
Alice

6 Mart 2010 Cumartesi

DENEME 1

Eğer sosyal bir ortamda suskunsanız ve o gün baştan savma gözüküyorsanız insanlar büyük ihtimalle sizin utangaç olduğunuzu düşünecektir. Halbuki sadece ortamdaki muhabbetten tatmin olmamışsınızdır. Yine aynı ortama güzel, havalı gözükerek girerseniz bu sefer suskunluğunuz kasıntı olmanıza verilir. Kim bilir, belki muhabbetten sıkılıyor, belki de konuşmaya utanıyorsunuz.
Yanındayken neşelendiğiniz biri sizi daima öyle algılar, ciddileştiğiniz hep ciddi olduğunuzu. Bir sebepten ötürü yanında rahat edemediğiniz kişiler sizi rahatsız olduğunuz için eleştirebilir.
Kişi üzerindeki etkilerini fark edemediklerinden gördüklerini karşıdakinin sabit karakteri sanarlar. Ola ki farklı etkilere sahip kişiler bir araya gelirse bu sefer gözlemledikleri "siz" imgesi alıştıklarına kuvvetle muhtemel uymayacağı için bu sefer de herkesin yanında farklı olmanız ikiyüzlülüğünüze verilebilir.
Belki de oyunu kurallarına göre oynar, nabza göre şerbet verirsiniz ve çevrenizde birçok insan toplarsınız. Hepsi birden konuşunca o kadar gürültü olur ki kendi sesinizi duyamazsınız ve bir gün sesiniz olduğunu bile unutabilirsiniz. Kendiniz bile "sizliğinizi" unutmuşken sizi kimse olduğunuz gibi benimsemeyecek, herkes size şekil verecektir. Artık o kadar ikiyüzlüsünüzdür ki görünene siz bile inanırsınız. Dostsuzluğunuzun farkına varmamanız da cabası.
Oysa her koşulda, yanında tamamen kendiniz olduğunuz insanlar o kadar azdır ki -varsa zaten şanslısınızdır, farklısınızdır- "dost" der ve diğerlerini ayrı bir kefeye koyarsınız. Herkes böyle böyle ufak gruplar kurar kendine ve ötesinde tüm dünya birbirini yanlış anlar.

GEZGİN

Kapı çalınmıştı, açtığımda sırt çantasıyla karşımdaydı. Bir süre durdu. Tam içeri adım atacakken, bir göz gezdirdi ve geriledi. "Yok yok, ben vazgeçtim, devam edeceğim." dedi. Saçlarımdan öpüp uzaklaştı.
Dün yine mektubunu aldım, yine cevap yazamayacağım. Adresini belirtmemiş, belki de yok. "Bal rengi saçlarından öperim" diye bitirmiş. Halbuki artık beyaz saçlarımdan öpebilir.

RAHATSIZ

Koltukları sevmem. Fazla rahattırlar. Gömüldün mü bir daha kalkmak istemeyebilirsin. Bisiklet selelerini tercih ederim. Onlar gayet rahatsız oluyorlar.

KORKULUK

Bir korkuluktan burnunuza yalnızlık kokusu gelir. Ama dünyadaki tüm korkulukları bir araya getirdiğinizde koku o kadar yoğunlaşır ve alışıldıklaşır ki duyamazsınız.

YOLDA

Kompartmanda sadece ikimiz vardık, karşımda oturuyordu. Gazetesinin ekonomi sayfalarına gömülmüşken yanlarından geçmekte olduğumuz ayçiçekleri yüzlerini güneşe çeviriyorlardı. Sağ ayağıyla ritmik bir şekilde yere vuruşu beni düşüncelerimden alıkoymuştu. Göbeğine direnen deri ceketinin cebinden puro çıkardı., rahatsızlık duyup duymayacağımı sordu, hayır deyince bana da sundu. Bir tane alıp teşekkür ettim. Benden daha sıkıntılı olmalıydı, sol gözü seğirip duruyordu. Nereye gittiğimi sordu, hangi istasyonda ineceğime karar vermediğimi söyledim. Baştan aşağı süzdükten sonra -kılık kıyafetimden ne istediğini bilen bir adam izlenimi uyandırıyor olmalıydım- Paris'e, büyük meblağlı bir iş bağlamaya gittiğini, ne var ki bir türlü yenemediği uçak korkusu yüzünden trene razı olduğunu anlattı. Aktarma yaparken trenini kaçırmış ve bir sonraki treni beklemek zorunda kalmış. Tabii böyle olunca da görüşmeye ancak kıtı kıtına yetişebilirmiş, bir aksilik çıkarsa hali harapmış. Ne dememi, ne anlatmamı bekledi bilmiyorum ama ben anlattıklarına karşılık olarak sadece başımla anladım işareti verip onu biraz süzünce gazetesine döndü.
Adamı orada, seğiren gözüyle bıraktım ve ilk istasyonda indim. Bir kasabaydı. Yürümeye başladım...

5 Mart 2010 Cuma

YAZI TURA

"Sevişelim" dedim.
Dudağını kemirdi. O böyle yaptıkça iyice aklım başımdan gidiyordu. Çantasından cüzdanını aldı, kemirmekten paramparça olmuş tırnaklarıyla bir bozuk para çıkardı.
"Yüz bedeni, yaşamayı simgeliyor. Tura gelirse sevişiriz; yazı da sadece izlemeyi, o zaman sevişmeyiz."
Parayı havaya fırlattı, önüne düştü. Ne geldiğini göremiyordum. Yerden alıp bir daha attı. Olmadı, bir kez daha denedi. Bu sefer parayı tersine çevirip koydu.
"Tura geldi."

DELİ

Aylardır onunla konuşmadım. Kimlerle konuştuğumu da anlamadım. Karanlık bir boşlukta yol almak gibi.

KARARLILIK

Kapı çalınca kızarmış ve şişmiş gözlerine rağmen açtı. O, karşısında duruyordu. "Bir daha buraya dönmeyeceğim." dedi. Onu içeri aldı ve kapıyı kilitledi.

SİNEK

Bekçi, kulübesinin içinde televizyon izliyordu. Olur ya, yine bir yerler bombalanmıştı. "Nasıl da öldürüyorlar insanları" diye geçirdi içinden. "Hiç düşünmüyorlar onların da can taşıdığını."
Canı zaten sıkılıyordu, vızıltısını hiç kesmeden çevresinde dolaşan ve hayatta kalmak için birazcık kan emmek isteyen sinek de tuz biber ekti üstüne. Masanın üstünde duran sinek ilacını aldı, sesin geldiği yöne sıktı.
Yere düşen sinek artık kan ememezdi.